Kemalettin Kamu Neden Öldü? Bir Siyaset Bilimcisinin Gözünden İktidar, İdeoloji ve Vatandaşlık Üzerine Bir Okuma
Bir Siyaset Bilimcisinin Girişi: Ölümün Siyaseti
Bir siyaset bilimcinin gözünde ölüm, yalnızca biyolojik bir son değildir; aynı zamanda bir politik kırılma anıdır. Kemalettin Kamu’nun ölümü de bu bağlamda, bireyin sistemle olan çatışmasının sembolik bir uzantısıdır. “Gurbet” şairi olarak bilinen Kamu, yalnızca duygusal bir sürgünün değil, aynı zamanda bir kurumsal yabancılaşmanın da temsilcisidir.
Kamu’nun yaşamı boyunca sürdürdüğü bürokratik görevler, onu devlet aygıtının iç yüzüyle tanıştırmış; şair kimliği ise onu bu aygıtın vicdanına dönüştürmüştür. Dolayısıyla “Kemalettin Kamu neden öldü?” sorusu, yalnızca tıbbi bir açıklamayı değil, derin bir siyasal çözümlemeyi hak eder.
İktidarın Yorgunluğu: Kamu’nun Kurumsal Yalnızlığı
Kemalettin Kamu’nun ölümü, çoğu kaynakta “kalp yetmezliği” ya da “yorgunluk” olarak geçer. Fakat bir siyaset bilimi perspektifinden bakıldığında, bu yorgunluk yalnızca bedensel değildir. Bu, iktidarın içinde yaşayıp ona yabancı kalmanın yarattığı yorgunluktur.
Kamu, Cumhuriyet’in kuruluş döneminde bir memur, bir şair, bir idealistti. Ancak zamanla, sistemin ideallerle değil güçle işleyen bir mekanizmaya dönüştüğünü gördü. Kurumlar bireyin özlemlerini değil, kendi meşruiyetini korumanın yollarını arıyordu. Bu yapısal iktidar ilişkileri, onu yalnızlaştırdı.
Kemalettin Kamu’nun ölümü, bir bedenin değil, bir idealin çöküşüdür.
İdeolojinin Ağırlığı: Vatandaşlık ve Aidiyet Arasında
Cumhuriyet ideolojisinin erken döneminde, bireyden beklenen “itaatkâr vatandaşlık”tı. Kamu ise bu ideolojik çerçevenin içinde, kendi “özgür yurttaş” kimliğini arıyordu. “Gurbet” şiirindeki derin hüzün, aslında ideolojik bir aidiyet krizinin dışavurumudur.
Siyaset bilimi açısından bu durum, birey ile devlet arasındaki sözleşmenin tek taraflılaşmasıdır. Devlet, vatandaşına koruma ve temsil vaat eder; ancak bu vaat, ideolojiye biat edilmediğinde geçerliliğini yitirir. Kamu, bu gerilimin ortasında kalmıştır — ne tam bir bürokrat, ne de tamamen özgür bir sanatçıdır.
Erkek Stratejisi ve Kadın Direnişi: İki Farklı Siyaset Biçimi
Kamu’nun dönemindeki erkek aydınlar, genellikle stratejik bir iktidar diliyle konuşurlardı. Güç, onlar için ikna aracıydı. Kadınlar ise, o yıllarda demokratik katılımın ve toplumsal etkileşimin temsilcileriydi. Bu iki siyaset biçimi — biri stratejik, diğeri duygusal — Türkiye’nin modernleşme sürecinde sürekli çarpıştı.
Kemalettin Kamu, bu çatışmanın tam ortasında durdu. O, erkek bir figür olarak sistemin içinde yer aldı, ama kalemiyle “kadınsı” bir duyarlılığın temsilcisi oldu: kapsayıcı, empatik ve içe dönük bir sesle konuştu. Bu, iktidarın erkeksi doğasına karşı sessiz bir direniş biçimiydi.
Kurumsal Ahlak ve Ruhsal Çöküş
Devletin soğuk duvarları arasında görev yaparken, Kamu bir bürokrat olarak disipline edilmiş bir yaşam sürdürdü. Ancak bu kurumsal disiplin, ruhsal bir çöküşü de beraberinde getirdi. Her emir, her yazı, her toplantı, onun sanatçı yanını biraz daha susturdu.
Siyaset bilimi, bu süreci “kurumsal otoritenin birey üzerindeki tahakkümü” olarak tanımlar. Kamu’nun ölümü, tam da bu tahakkümün sonucudur. Birey, sistemin yükünü taşıyamadığında, beden onu protesto eder. Kalp krizi mi, yoksa vicdan krizi mi?
Bir Vatandaşın Sessiz Çığlığı
Kamu’nun şiirlerinde sıkça karşılaştığımız “gurbet” ve “özlem” temaları, aslında vatandaşın devletle olan yabancılaşmasının sanatsal karşılığıdır. Onun “gurbeti”, dış ülkelere değil, kendi kurumlarına duyduğu uzaklıktır.
Bugün hâlâ şu soru geçerliliğini korur: Bir vatandaş, kendi devletinde neden gurbette hisseder?
Kamu’nun ölümü, bu sorunun zamansız bir yankısıdır.
Sonuç: Kemalettin Kamu’nun Politik Ölümü
Kemalettin Kamu neden öldü?
Belki kalbinden, belki sessizliğinden, ama en çok da sistemin insana dair umudu aşındıran yüzünden.
Onun ölümü, modernleşme sürecinin insani bedelidir.
Bir şairin sessiz çöküşü, aslında bir devletin kendi yurttaşına yabancılaşmasının göstergesidir.
Bugün “Kamu neden öldü?” sorusunu sormak, aynı zamanda şu soruyu sormaktır: Devlet, hâlâ vatandaşının ruhunu yaşatabiliyor mu, yoksa onu yavaşça tüketiyor mu?
Bu soru, tıpkı Kamu’nun dizeleri gibi, hâlâ cevapsız duruyor.